Euthyphron ikilemi

Euthyphron ikilemi ya da İlahi buyruk teorisi ilk kez Platon'un Euthyphron (Εὐθύφρων Eftifron) ile diyaloğunda ortaya atılmış olan felsefi ve teolojik problem. Kısaca "ahlaki davranışlar tanrı tarafından emredildiği için mi ahlakidir, yoksa ahlaki olduğu için mi tanrı tarafından emredilmiştir" şeklinde bir sorudan ibarettir ve 2400 yıldır din felsefesinin temel sorularından biri olmuştur. İkilem tek tanrılı dinlerdeki teolojik tartışmalarda küçük bir farklılıkla yeniden kurulmuştur. İkilemde ya birinci ya ikinci seçenek tercih edilmek zorunda kalınmış, Hristiyanlıkta Ockham ile Augustinus, İslamiyette de Eş'ariyye ve Mutezile akımları iki farklı ucu desteklemiştir. Din felsefesindeki bu tartışma bugün de canlılığını korumaktadır.

Euthypro ikilemini ilk kez Sokrates ortaya atmıştır.
Euthypro ikilemini ilk kez Sokrates ortaya atmıştır.

{tocify} $title={İçindekiler}

Sokrates'ın ikilemi

Sokrates ile diyaloğunda Euthyphron ilkin soruyu anlamaz, Sokrates soruyu biraz daha açar. Euthyphron önce birinci seçeneği kabul eder, girdiği çıkmazları Sokrates’in soruları sayesinde fark edince, diğer seçeneği benimser, orada da çıkmazlara girip, Sokrates’in sıkıştırması üzerine acil işleri olduğunu söyleyip tartışmadan kaçar.

Sokrates Euthyphron ile pious'un (Grek. τὸ ὅσιον) (İng. pious, Alm. fromm) doğası üzerine tartışır. Sözcük Türkçede "iyi"den daha çok dindar, kutsal, erdemli, zahit anlamlarına geliyor. Bu tartışmada Euthypro "tanrıları memnun eden şeyin kutsal olduğunu" söyler. Ona göre bir eylemin kutsal olmasının kriteri onun tanrılar tarafından istenmesidir. Sokrates bu argümanı yeterli bulmaz çünkü tanrılar bir şeyin kutsal olması konusunda aralarında anlaşamayabilirler. Bunun üzerine Euthyphron argümanını revize eder. Kutsal olanın tanrıların ittifakla anlaştıkları şey olduğunu ileri sürer.

Bu noktada bir ikilem ile karşılaşılır. Sokrates, bir şeyin bizatihi kutsal olduğu için mi tanrılar tarafından sevildiğini, yoksa tanrılar tarafından sevilen bir şey olduğu için mi kutsal sayıldığını sorar. Sokrates ve Euthyphron önce birlikte birinci seçeneği kabul ederler. Birinci seçeneği seçmek, Sokrates'e göre, bizi ikinci seçeneği reddetmeye zorlamaktadır ve bu durumda bir şeyin neden kutsal olduğunu açıklanamaz. Her iki argüman da doğru olsa, bizi şöyle bir çıkmaz döngüye sokar: Bir şey kutsal olduğu için tanrılar onu sever, tanrılar onu sevdiği için kutsal olur. Bu durumda gerçekte kutsalın doğası üzerine bir sonuca ulaşamayız.

Din felsefesinde Euthyphron ikilemi

Sokrates'in meşhur ikilemi bir miktar değişiklikle tek tanrılı dinlerde de tartışılan bir konu olmaya devam etmiştir. Musevi, Hristiyan ve İslam teolojilerinde bu tartışma hala sürmektedir. Leibniz ikilemin bir versiyonunu şu şekilde ifade etmiştir: "Genellikle Tanrının emrettiği şeylerin iyi ve adil olduğu kabul edilir. Fakat geriye şu soru kalır: Bir şey Tanrı emrettiği için mi iyi ve adildir, yoksa iyi ve adil olduğu için mi Tanrı tarafından emredilmiştir, başka bir ifade ile iyilik ve adalet Tanrının keyfi bir seçimi midir, yoksa iyilik ve adalet şeylerin doğasına ait zorunlu ve ebedi gerçekler midir?"

İkilemin tek tanrılı dinlerdeki etkileri

Hristiyanlık

Ortaçağ Hristiyan düşüncesinde Ockham'lı William birinci seçeneğe dayanan, yani bir şeyin Tanrı emrettiği için iyi olduğunu ileri süren bir ahlak metafiziğini benimserken, Thomas Aquinas'ın ise daha çok ikinci seçeneğe meylettiği söylenebilir.

Ockham'lı William'a göre bir şey Tanrı emrettiği için ahlakidir.
Ockham'lı William'a göre bir şey Tanrı emrettiği için ahlakidir.

Ockham’a göre ahlak, Tanrının iradesinin mutlaklığı anlayışı üzerine kurulmuştur. Ona göre kendinde iyi ve kötü yoktur, iyi ve kötü ancak Tanrının iradesiyle belirlenir. Tanrı, günah işlememiş birini cezalandırabileceği gibi, bir günahkarı da bağışlayabilir. Ockham, Aliter tamen potuit deus ordinare, yani "Tanrı, başka bir tertip ve düzen de koyabilirdi" der. Hatta ona göre, erdeme aykırı gözüken bir fiilin yapılması tanrısal olduğunu göstermek adına kesin biçimde zorunlu gözükürse, günah sayılmaz. Ockham'ın görüşlerinde ilahi buyruklardan bağımsız iyi ve kötü düşüncesi yoktur. Yani Ockham Euthyphron ikileminin "bir şey Tanrı emrettiği için iyidir" kısmını benimser. Bu da Ockham’ın ahlak anlayışının temelini oluşturur. Ockham'a göre hırsızlık ve hatta "Tanrı'dan nefret" bile eğer ilahi birer emir olsaydı, kötü değil, iyi fiiller olurdu.

Akinolu Thomas'a göre bir şey ahlaki olduğu için Tanrı emretmiştir.
Akinolu Thomas'a göre bir şey ahlaki olduğu için Tanrı emretmiştir.

Bir diğer Ortaçağ Hristiyan felsefecisi Augustinus ise ikilemin diğer yanını benimser. Augustinus'a göre Tanrı yalnızca örnek gösterilen en mükemmel iyilik değildir, aynı zamanda en mükemmel iyilik ile özdeştir. Örneğin iyiliğin ne olduğu sorulsa, Tanrı'nın bir örneksenmesi denilebilir. Bu durumda Tanrı'nın bir şeyi keyfi şekilde istemesi ya da istememesi düşünülemez ve insanlar da Tanrının emirlerinden bağımsız olarak neyin iyi neyin kötü olduğunu bilebilirler. Thomist geleneğe bağlı olan düşünürler de, ahlak ilkelerinin Tanrıdan kaynaklı olduğunu düşünmelerine karşın, bunları insanların akıllarıyla bilebileceklerini ileri sürerler.

İslamiyet

İslam felsefesinde (Kelam) bu konu hüsün-kubuh meselesi olarak tartışılmıştır. Hüsün (hüsn) ve kubuh (kubh) güzel ve çirkin anlamına gelmekle birlikte estetik bir ifade değil, ahlaki bir ifade olarak kullanılmıştır. İyilik, kötülük ve adalet gibi kavramlar "şer'i midir yoksa akli midir" şeklinde özetlenebilecek olan bu tartışmada Eş'ariyye ve Selefiyye ile Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcülerine göre bu kavramlar şer'îdir (yani Tanrı istediği için iyidir), buna karşın Cehmiyye ve Mutezile başta olmak üzere Şia, Kerrâmiye usülcülerine göre aklidir (yani bizatihi iyidir.) Matürudiyye ve Hanefi usulcülerinin çoğunluğu bu kavramların akli olduğunu kabul etmiş, küçük bir kısmı ise ara bir yol bulmaya çalışarak, bazılarının akli bazılarının şer'i olduğunu ileri sürmüştür.

İbn-i Rüşd'e göre bir şey ahlaki olduğu için Tanrı emretmiştir.
İbn-i Rüşd'e göre bir şey ahlaki olduğu için Tanrı emretmiştir.

İkilemin bir ucunu oluşturan Mutezile'ye göre iyilik, kötülük, adalet gibi ahlaki değerler, vahiyden bağımsız, gerçek bir varoluşa sahiptirler. Davranışları ahlaken iyi veya kötü kılan objektif özellikler vardır. Bir davranışın ahlaken iyi veya kötü olması, Allah’ın onu emretmesi veya yasaklamasyla değil, o davranışta bulunan faydalı veya zararlı olma gibi birtakım özellikler sebebiyledir. Hatta Allah’ın bir davranışı emretmesi veya yasaklaması, adı geçen davranıştaki bu özelliklere bağlıdır. Vahiyden bağımsız, objektif bir varoluşa sahip olan ahlaki değerler, Mutezili kelamcılara göre, genellikle sadece insan aklıyla bilinebilir. Antik Yunan felsefecilerini İslam düşüncesi ile bağdaştırmaya çalışan İbn-i Rüşd de Mutezile ile benzer bir tutum almıştır.

Eş’ari ve Gazali de dahil Eş’ariyye ekolüne bağlı olan kelamcılara göre ise, adalet, iyilik, kötülük gibi ahlaki değerlerin Allah’ın emretmiş olmalarından başka bir manaları yoktur. Buna göre Allah tarafından emredilen, buyurulan davranışlar ahlaken iyi, yasaklananlar ise ahlaken kötüdür. Gazali'nin bu konudaki yaklaşımı ikilemin diğer ucuna güzel bir örnek sayılır. Gazali'ye göre iyilik, kötülük, adalet gibi kavramların bir anlamı yoktur, çünkü bu kavramların kendi başlarına anlamlarının olması Tanrının iradesi ile çelişir. Gazali'ye göre "Yüce Allah'ın, mükellef kıldığı kulları kendisine itaat ettikleri zaman, bu itaatlarından dolayı sevaplandırması veya mükafatlandırmasının vacip olmadığını iddia ediyoruz. Aksine Yüce Allah, dilerse onları sevaplandırır, dilerse cezalandırır, dilerse yok eder ve haşretmez. Bütün kafirleri affetmesi ve bütün mü'minleri de cezalandırması, O'nun için bir şey ifade etmez. Bu, O'nun nefsinde imkansız olmadığı gibi; ilahi sıfatlardan herhangi bir sıfata da aykırı düşmez. Çünkü teklif, Allah'ın kendi kulları ve mülkleri üzerinde bir tasarruftan ibarettir. Binaenaleyh bu üç anlamda sevabın vacip olmasının anlaşılması imkansızdır. Ayrıca husun (iyi) ve kubuh (kötü) deyimlerinin de bu konuda bir anlamı yoktur."

Maturidi’ye göre iyilik, kötülük gibi ahlaki değerler, ontolojik manada objektiftirler. İnsan davranışları, bizzat iyi olanlar, bizzat kötü olanlar ve bu ikisi arasında bulunanlar olmak üzere üçe ayrılırlar. Bizzat iyi ve bizzat kötü olanın bilgisine insan aklı, vahiyden bağımsız olarak sahip olurken, diğerleri ancak vahiyle bilinirler.

İkilemin yarattığı sorunlar

İkilemin iki yanından birini tercih etmek beraberinde belli teolojik sorunları da getirmektedir. Bu sorunlar şu şekilde özetlenebilir:

"Bir şey Tanrı emrettiği için ahlakidir" seçeneğinin yarattığı sorunlar

  • Mantıksal nedensellik sorunu: Bir şeyin Tanrı emrettiği için ahlaki olduğu önermesi bir mantık önermesi olarak kendi başına doğru sonucu vermez, çünkü önerme aslında şöyledir:

    Tanrı x'i istiyor

    Öyle ise x iyidir.

Önermenin doğru sonucu vermesi için bir başka önerme eklemek zorunluluğu ortaya çıkar. Yani

    Tanrı x'i istiyor

    Tanrı'nın istediği her şey iyidir

    Öyle ise x iyidir

Bu durumda doğru bir nedensellik ilişkisi ile x'in iyi olduğu sonucuna varılabilir, ancak bu sonuç teolojik bir önerme olan birinci önermeye değil (Tanrı x'i istiyor), ahlaki bir önerme olan ikinci önermeye(Tanrı'nın istediği her şey iyidir) dayanır. Önermeyi kabul ettirebilmek için araya sokulmuş olan ikinci önerme ise bizi Tanrının ve ahlakın tanımı ve bu önermenin doğruluğuna nasıl ulaşılacağı üzerine yeni tartışmalara götürür.

İlahi emirlerin keyfiliği sorunu: Bu seçeneğe yapılan en önemli eleştirilerden biri ahlaki bir çerçeveden geliştirilmiştir. "Tanrı neden x'i değil de y'yi emrediyor" sorusuna verilen cevap bu seçenekte "Çünkü Tanrı öyle istiyor" olduğu için Tanrının iradesinin gelişigüzel şekilde ortaya çıktığı sonucuna varılacaktır. Eğer Tanrı keyfi şekilde emirler veriyorsa teorik olarak adam öldürmeyi ya da yalan söylemeyi de emredebilirdi. Ockham ve Gazali, Tanrının iradesinin sorgulanamayacağını ileri sürmüşlerdir ve böyle emirler vermesinin olanaklı olduğunu söylemişlerdir. İbrahim'in oğlunu (müslümanlara göre İsmail'i, Musevi ve Hristiyanlara göre ise İshak'ı) kurban etmeye götürmesi örneği gibi örnekler verilse de asıl olarak böyle bir ihtimalin olması eleştiri konusu olmuştur. Kierkegaard ise İbrahim'in oğlunu kurban etme girişimini etiğin aşılması ve ondan daha yüce bir amaç için etiğin askıya alınması olarak değerlendirmiştir.

Olgu-değer problemi: Olgu-değer problemi David Hume'un ortaya attığı bir felsefe ve mantık sorunudur. David Hume bulgusunu şöyle açıklar: "Şimdiye kadar karşılaştığım bütün ahlak sistemlerinde şuna tanık oldum. Ahlakçı, belli bir yere kadar normal bir biçimde akıl yürütmeye koyulmakta fakat sonunda Tanrının varlığına veya insani faaliyetlere ilişkin bir dizi yargılara varmaktadır. Burada insanı hayrete düşüren bir husus vardır. Şöyle ki, varılan sonuçlara ilişkin ifadelerde “…dır” (is) veya “değildir” (is not) gibi yer alması gereken bağlantılar yerine zorunluluk ve ödev bildiren ifadeleri ("meli" veya "malı" takılarıyla ifade edilen fiilleri) görmekteyiz. Son derece önemli olan bu değişikliğin nasıl olduğunu açıklamak mümkün değildir. Her şeyden önce bu değişiklik yeni bir ilişkiyi dile getirmektedir. Bunun bir gerekçesi olmalıdır. Bu yeni ilişki, kendisinden tam anlamıyla farklı olan yargılardan nasıl doğmaktadır?" Konumuz açısından probleme baktığımızda önerme şu biçimi alır.

    Tanrı x'i istiyor

    O halde x'i yapmalıyım

Bu önermede Hume'un belirttiği gibi olgudan değere geçiş söz konusudur. Hume kanunu veya Hume Giyotini de denilen bu problem bizi safsatalarla boğuşturmaktadır. Hume’un ifadelerinde de vurgulandığı gibi, bir olgu hükmünden değer hükmüne geçişte "keyfilik" olduğu düşüncesi N. Smith, K. Nielson, Antony Flew ve A.C. Ewing gibi düşünürler tarafından da kabul görmüştür. Ancak Hume'un aksine olgudan değer üretilebileceğini ileri süren John Searle gibi düşünürler de olmuştur.

"Bir şey ahlaki olduğu için Tanrı emretmiştir" seçeneğinin yarattığı sorunlar

  • Tanrının kudretinin sınırlanması sorunu: Eğer Tanrının emirlerinden bağımsız olarak bir takım ahlaki kurallar varsa, tanrının hakimiyeti sınırsız değil demektir. Tanrının da uymak zorunda olduğu bazı ahlak kuralları vardır. Bu durumda Tanrı her şeyden bağımsız değildir. Bu seçeneği kabul eden 18. yüzyıl filozoflarından Richard Price "Ahlak"ı zorunlu ve değişmez bir şey olarak kabul edip "Tanrıdan ayrı, ondan bağımsız, eşit derecede ebedi ve zorunlu olarak kurulmuş olabilen" bir şey olarak tanımlamıştır.
  • Ahlak kurallarının koyanın kim olduğu sorunu: Eğer Tanrının emirlerinden bağımsız olarak ahlak kurallarının varlığından söz ediyorsak bu kuralları koyan birileri de olmalı. Bu fikir ise her şeyi yaratanın Tanrı olduğu şeklindeki temel teist argümanla çelişki taşır.
  • Tanrısız bir ahlakın varlığı sorunu: Eğer ahlak kuralları Tanrıdan bağımsız olarak varlarsa, Tanrı olmasa bile ahlak kurallarının olacağı anlamına gelir. Bu durumda insanların ahlaklı olmaları için Tanrının varlığını kabul etmeleri gerekmez, ki bu da teizmin temel argümanlarından birinden vazgeçmek anlamına gelir.

Teizm eleştirisi olarak Euthypro ikilemi

İkilemin teist düşünce açısından sorun yaratan yönleri hem teizm eleştirisi olarak hem de teizm karşıtı bir ahlak anlayışı geliştirebilmek için kullanılagelmiştir. Bertrand Russell 1927'de yayınladığı "Niçin Hristiyan değilim" adlı eserinde bu argümanı teist ahlak kuramına karşı kullanmış, iyi ve kötü’nün Tanrı’nın varlığıyla anlam kazanacağını ileri süren anlayışa itiraz için şöyle demiştir: "İyilikle kötülük arasında bir ayrım olduğundan eminseniz durumunuz nasıl olacaktır. Bu iki uç arasındaki ayrılık Tanrı’nın buyruğundan mı ileri gelmektedir? Eğer yalnızca Tanrı buyruğu yüzündense, o halde Tanrı’nın kendi için iyilikle kötülük arasında bir ayrım yoktur, bu yüzden Tanrı iyidir demenin bir anlamı kalmamaktadır."

Robin Le Poidevin ise ateizmin ahlak anlayışını açıklamaya çalışırken Russell’in bu ifadelerini meta-etik bağlamda şöyle formüle eder: "1-Eğer teizm doğruysa, “Tanrı iyidir” ahlaki olarak anlamlıdır. 2-Eğer teizm doğruysa, Tanrı etikte açıklayıcı bir rol oynar. 3-Eğer “Tanrı iyidir” ahlak olarak anlamlıysa, ahlaki iyilik Tanrı’dan bağımsız olmalıdır." Ateizme göre ahlaki iyi ve kötü değerleri uzlaşıya bağlıdır. Le Poidevin, ateizmin öznelci ahlak anlayışını şöyle gerekçelendirir: "Ahlakî özellikler bizim kendi onaylama ya da yadırgama hislerimizin bir yansımasıdır. Bu duygular kısmen doğuştan gelebilir, ama kuşkusuz çoğu toplumsal olarak koşullanmıştır. Bir an için bunu bir kenara bırakırsak, ahlaki özelliklerin doğal özelliklerin ardından gelme nedeni, belli doğal özellikler taşıyan eylemlerin (örneğin, bile bile insan canı almak) genel olarak bizde yadırgama, acıma vb. duygular uyandırmaları ve böylelikle o eylemi kınamaya sevk etmeleridir. … Bunu bir kere kabul ettiğimizde, ahlaki bilgiye ilişkin hiçbir sorunun olmadığını görürüz. Belli doğal özellikler taşıyan eylemlerin sırf bizde belli duygular uyandırdıkları için yanlış olduklarını biliriz."

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski